29 Aralık 2014 Pazartesi

16 YAŞINDA BİR ÇOCUKTAN HEM KAHRAMAN HEM DE HAİN İLAN EDEN BİR MİLLETİZ

16 yaş için çocuk mu diyelim yetişkin mi? 16 yaşında bir birey siyasi fikirlere sahipse bu onu çocuk olmaktan kurtarır mı? Hatta sahipten öte bu siyasi fikirlerini eline megafonu alıp tüm dünyaya ilan edecek kadar özgür hissediyorsa çocukluktan çıkmış mıdır ya da artık ülke birliğini ve bölünmezliğini tehdit eden tehlikeli bir çocuk mudur? Sadece eline megafonu alıp sokaklarda fikirini beyan ettiği için tehlikeli midir? Bu fikir olayını açarsak. Bugünün Cumhurbaşkanı  yani ülkenin en çok tartışılan siyasi figürü hakkındaki düşüncelerini açıklaması gerçekten suç mudur?



Söylediği cümleler için küfür içermeyen, bugün ülkenin yarısının doğru olarak kabul ettiği, üstüne mecliste komisyon kurulmuş,Türkiye ve dünya basınında geniş yer almış,çeşitli kayıtlar ve delil olduğu düşünülen tape lere dayalı bir suçlama diyebiliriz. Bu gerçekten bir çocuğun okulundan alınıp tutuklanmasına yetecek kadar büyük bir suç mudur? Bu soru için ben cevap vermeyip bu yazıyı okuyanların vicdanına bırakmak istiyorum.

Benim asıl üstünde durmak istediğim;16 yaş bir siyasi düşünceye sahip olmak ve o düşüncenin arkasında durabilecek yeterli bilgi ve birikime sahip olunacak bir yaş mıdır gerçekten? Bugün siyaset hakkında konuşacaksak ve insanların konuştuklarımızı dikkate almasını istiyorsak çok derin bir tarih bilgisi olması gerekmez mi? Tarihten kastım bilimsel anlamda olanı, bu körü körüne kendi ırkına, milletine ya da dinine bağlı anlatılan tarihten bahsetmiyorum. Tarihin yanında sosyal yapıyı anlayabilmek gerekir. Ekonomilerin de siyaseti nasıl yönlendirdiğini göz önüne alırsak, az buçuk ekonomik gelişmeleri de takip ediyor olmak gerekiyor. Şimdi bunların ışığında Sevgili M.E.A nın durumuna bakarsak.... Bir kesimi çok kızdırmış bir kesimi ise çok memnun etmiş oldu.16 yaşında kendisini hiç tanımayan milyonlar tarafından hem büyük suçlu ilan edildi hem de kahraman

Acaba savunduğu söylemlerin ne kadar bilincinde. Buradan kastım birilerinin yönlendirdiği ya da beyin yıkandığı değil. Sadece kendi kurduğu cümlelerin getirdikleri ya da götürdüklerinin ayırımında mı acaba? Bazı doğru cümleler doğru zamanda ve doğru yerde söylenmediği sürece hiç bir anlam ifade etmez. Bugün bu söylemiyle ünlü oldu. Peki çok değil 1 yıl sonra biz bu arkadaşı hatırlayacak mıyız? Hiç sanmıyorum. Kahraman ilan edenler de hain ilan edenler de çok kısa bir süre sonunda unutacaklar ama bu çocuk hakkında açılan yasal süreç devam ediyor olacak. Belki de ceza alacak hem de 16 yaşından sonrasına maal olacak cezalar.

16 yaşında bir çocuğu kahraman ya da hain ilan edenler söylemlerinize bir daha bakınız. Karşınızdaki sadece 16 yaşında büyük ihtimalle fikirleri, duyguları ve hatta hayata karşı duruşu oturmamış bir birey. Bu yaşta bir çocuğa bu kadar ağır sorumluluklar ya da suçlamalar yüklemek ne kadar doğru. Bu ülke bu yaşlarda çok çocuk verdi... Olan arkada kalan anne babalara oldu. Savunan ya da savunmayan herkes için ricam sağduyu.... 
Devamını Oku »

22 Aralık 2014 Pazartesi

TESADÜF MÜ STRATEJİ Mİ 2




ZENGİNLİĞİNİ KENDİSİ YARATMIŞ BİR  KADIN ROSALIA MERA 

Rosalia Mera 11 yaşında terzilikle hayata başladı. 2013 de 69 yaşında vefat ettiğinde arkasında 21 milyar dolar ciroya sahip bir firma bıraktı.

Ve evet anlaşıldığı üzere tesadüf mü strateji mi konusuna bugün İspanyol tekstil markası Zara’nn kurucusu Rosalia Mera konuk.

Henüz 11 yaşında terzilikle iş hayatına başladı. 20'li yaşlarında hazır giyim girişimcisi olacak birikime sahipti artık. O zamanki eşi Amancio Ortega ile hazır giyim işine girdi. 1975’de eşi ile beraber İspanya’da Zara adını verdikleri ilk mağazalarını açtılar. Mağazanın ismi ise izledikleri bir filmden esinlenilmiş.

Zara İspanya’da büyümeye başlayınca çift başka markalar üretmeye başladı ve 1985’de Inditex’i kurdular. 2001’de Mera şirketi halka açarak daha hızlı bir büyüme kaydetti. Hatta 1998 ile 2002 arasında dünyanın en hızlı büyüyen firması oldu. Massimo Dutti, Bershka gibi markalar da dahil olmak üzere bünyesinde 8 markayı barındıran Inditex 21 milyon dolar ciro ile 2012’de dünyanın en büyük hazır giyim firmalarından biri oldu.


FAST FASHION

Roselia Mera, Zara ile “fast fashion-hızlı moda” kavramının en önemli temsilcisi olarak anılmakta. Peki nedir bu “fast fashion-hızlı moda”? Moda trendlerini belirleyen defilelerde sergilenen ürünlerin uygun fiyatlarla en hızlı şekilde müşteriye ulaştırmaktır.

Mera, Forbes zenginler listesinde 6.1 milyar dolar servetiyle yer aldı.  Ve en önemli ayrıntı bu servetiyle dünyada bu zenginliği kendisi yaratmış yani kendisine miras kalmamış en zengin kadın ünvanını almıştır.

Roselia Mera'nın hayatı da  bize doğru zamanda doğru atılmış adımların başarıdaki payını gösteriyor. Sanırım Mera'nın cesareti de birçok girişimciye ilham verecek cinsten.

Tesadüf Mü Strateji Mi başlığı altında yazdığım ilk yazıma buradan ulaşabilirsiniz.
Devamını Oku »

12 Aralık 2014 Cuma

TESADÜF MÜ STRATEJİ Mİ 1



Öyle markalar var ki bugün dünyanın her yerinde her kesimi tarafından kullanılıyor ve  bu markaların yaratıcıları bugün dünyanın en zenginleri arasındalar. Peki bir markanın başarısı sadece tesadüf mü yoksa tamamen bir hesap işi midir? Bu soruya cevap bulmak için bazı markaları incelemeye karar verdim. Bugün dünyada önde gelen spor markalarından Nike ile başlayalım.


Nike 1972’de Bill Bowerman ve Phil Knight tarafından kuruldu. Bill Bowerman atletizm koçu, Phil Knight ise onun çalıştırdığı atletlerden biridir. Bill Bowerman sporcuların daha iyi koşması için spor ayakkabıları üzerinde kafa yormaktadır zaten. Phil Knight ise Stanford’da bir MBA öğrencisi. Bowerman’ın tasarladığı ayakkabılar Japon firması olan Tiger’a ürettirip, Amerika’da satmaya başlarlar. 1972’de ürünleri için dikkat çekici bir logoya ve isme ihtiyaçları vardır. 

SWOOSH

Gelelim Nike’ın meşhur logosu ‘Swoosh’un hikayesine... Logo tasarlaması için Carolyn Davidson adında bir grafik tasarım öğrencisi ile anlaşılır. Carolyn Davidson bu logo için 17 saat çalıştığını söylüyor ve ekliyor bu logo için Phil Knight sadece 35 dolar ödemiş. Kendisi o zamanlar henüz telif hakkı gibi mevzulardan habersiz. Nike ilerleyen yıllarda dünya çapında bu logo ile tanınmaya başlayınca Phil Knight ‘ın vicdanı rahat etmemiş olacak ki Carolyn Davidson’ı bir öğle yemeğine davet eder. Aslında Davidson için bir sürpriz hazırlanmıştır. Onun adına tasarlanmış Nike logolu pırlantalı altın bir yüzük ile bir miktar Nike hissesi (miktarı açıklanmamış)  hediye edilir.

Gelelim isim konusuna... Phil Knight o zamanki 45 çalışanından firma için birer isim ister. Çalışanlardan Jeff Johnson’un önerdiği “Nike” ismi seçilir. Aslında anlamına bakarsak belki de seçilebilecek en güzel isim seçilmiş. Çünkü Nike, Yunan Mitolojisinde zafer tanrıçasıdır. Nike, insan görünümünde çok hızlı koşma ve uçma yeteneğine sahiptir. Belki gidenler görmüştür. Zafer Tanrıçası Nike ‘a ait heykel 1884’den beri Paris Louvre Müzesi’nde sergilenmekte.

Aslında asıl hikaye buradan sonra başlamakta. Bence Nike’ın başarısında reklamlara verilen önemin katkısı çok büyük. 1984’de Phil Knight Micheal Jordan’a sponsor olmayı kabul eder ve onun için ‘Air Jordan’ adını verdikleri renkli ayakkabılar üretilmeye başlanır. O zamanlarda NBA ‘de oyuncuların renkli ayakkabı giymesi yasaktır ancak Jordan her maçta bu ayakkabıları giyer ve her maç için de 5000 dolar para cezası alır. Bu cezaları Phil Knight ödemektedir çünkü Phil Knight amacına ulaşmıştır. Amerika Jordan’ın ayakkabılarını konuşmaya başlar.

Nike’ın reklamlara verdiği önem kadar bilinen büyük gerçeklerden biri de neredeyse ürünlerinin tamamını iş gücünün ucuz olduğu yerlerde üretiyor olması. Nike bu davranışıyla zaman zaman protestoların odağı olmuştur. Çocuk işçi çalıştırması, işçilerin kötü şartlarda uzun saatler çalışıyor olması halen tartışılan konular. Hatta belli bir dönem protestolar yüzünden Nike satışlarında ciddi azalmalar da yaşanmıştır. Bazı Sivil Toplum Örgütleri’ne göre bir ayakkabı maliyeti hesaplandığında işçiye ayrılan maliyet çok az kalmakta.

Bu konular her ne kadar tartışılsa da, zaman zaman Nike gündeme bu konularla gelse de Nike dünya piyasalarında ulaşmak istediği yerde.

Şimdi ilk sorumuza dönersek? Nike’ın hikayesine bakınca doğru zamanda doğru adımların atılmış olması göze çarpıyor. Bu durumda bu başarıya tesadüf demek benim için çok zor ama tabi bakış açısına göre bu fikir değişebilir. 
Devamını Oku »

8 Aralık 2014 Pazartesi

Her Yıl Kuşlar Geri Gelir

Geçtiğimiz günlerde Ankara’da 19. Uluslararası Tiyatro Festivali vardı. Hangi oyuna bilet alsam diye düşünürken taa çocukken 7 Numara’da tanıyıp sevdiğim ve izlemeye doyamadığım Şebnem Sönmez’i görünce dedim bu fırsat kaçmaz. Oyunun tanıtım bültenini  (aşağıda) de okuduktan sonra tamamdır dedim ve bileti aldım.

Oyuna gideli aslında iki hafta oldu ama ben hala izlediğim oyundaki parçaları birleştirmeye çalıştığım için yazmakta geç kaldım. Oyun boyunca kendimi türkçe dublajlı yabancı bir film izlerkenki duyduğum rahatsızlığa benzer bir ruh hali içerisinde buldum. Hani bazen tepkiler falan görüntüden daha abartılı bir ses tonuyla gelir ya da ses ile görüntü bir türlü oturmaz ya hep eksiktir bir şey. Bu hissin sebebi oyunculuktan mı yoksa çeviri bir oyun olması mı gerçekten çözemiyorum.

Bir de galiba oyun tam olarak benim beklentimi karşılayamadı.  Tanıtım bülteni ve oyunun Şinasi’de sahnelenecek olması beni çekti. Özellikle Ankara’da son günlerde Şinasi Sahnesi’nin yıkılacak yerine de otel, alışveriş merkezi, otopark ve benzeri  (artık hangisi bilmiyorum) bir yapının yapılacağı dedikodusu dolanırken; oyun için tam zamanı ve yeri diye düşünmüştüm.

Sadece bir  bina  ya da  park olmaktan çıkmış, bir ruha bürünmüş mekanları artık kullanışsız diye yeniliyoruz, geliştiriyoruz diyerek o mekanların değiştirilmesini ben kabullenemiyorum ve bu değerlerin birer birer kayboluşunu iliklerime kadar zaten hissediyorum. Benim oyundan beklediğim bu durumun bize, değerlerimize ve geleceğimize vereceği zararların farkında olmayan; farkında olsa bile duyarsız kalan insanlara ulaşabilmesiydi ancak ben bu anlamda çok yetersiz buldum. Bir iki sahnede yıkılacak çok eski bir alışveriş merkezinden bahsedildi ve orada herkesin anısı olduğu geçti o kadar.

Oyunda alakasını hala kuramadığım çok detay var. Verdiği mesajlar  güzeldi ama çok havada kaldığını hissediyorum. Misal bir birinin aynısı kutu gibi evlere tıkıldık ve eski komşuluklar yerine komşuculuk oynuyoruz mesajı tam yerindeydi ancak kadının komşusunun kocasıyla yaşadığı ilişkisiyi hikayede bir yerlere oturtamıyorum.Yıkım uzmanı Ned'in spor yapmasını ve bu esnada yaşadığı acıyı da hikaye ile bağdaştıramadım.

Yalnız ilerde bahçeli bir evim olursa ilk işim kuş havuzu alıp bahçeme koymak ve kuşları beklemek olacak. Hikayenin bu kısmını oyunu izleyenler hatırlayacaktır.

Beklentimi karşılamasa bile ben gittiğimden dolayı pişman değilim çünkü tiyatronun bende yeri hep farklıdır.Tiyatro biletlerimi bile atamayacak kadar değerli benim için. Her oyun bende farklı bir tat bırakır ve bence her oyunda bir emek vardır. Dilerim daha çok tiyatro salonlarımız daha çok festivallerimiz  olur.

Tanıtım Bülteninden:
Kutu kutu evler ve avuç içi bahçelerde yaşayan sıradan insancıklar, yaşamdan bir pay alma çabasındalar... Kent yaşamında "artık işe yaramaz" olarak belirlenen yapılar, sevinç çığlıkları eşliğinde "patlatılarak" yerle bir edilirken, bunların içinde hastanelerin, kültürel değer taşıyan yapıların olması da yadırganmıyor... Böylelikle yeni AVM'ler ve başka rant merkezlerine yer açılıyor, ya... Kahramanlarımızdan "yıkım uzmanı" Ned, işindeki başarısından kıvanç duyuyor... Ortadan birer birer yok oluveren kimi eşyaların gizi çözülemiyor... Çitle ayrılmış minicik bahçelerde barbekü partisiyle başlayan komşuculuk oyunları, kendi çapında bir başka patlamaya mı gebe?... "Bahar nerdeyse oraya gitme" düşü gerçekleşir mi?... Kuşlar bu yıl da geri gelir mi?
Devamını Oku »

26 Kasım 2014 Çarşamba

BURÇİN BÜKE-İLHAN ŞEŞEN-VEDAT SAKMAN

Bugün bir konserden bahsetmek istiyorum. 

Gördüğüm en sade ve en sakin konserden ama bir o kadar da müzik dolu. İlhan Şeşen, Vedat Sakman ve Burçin Büke üçlüsü Ankara'da bir akustik konser verdi. Sadece iki gitar ve  bir piyanodan oluşan bir orkestra ile  İlhan Şeşen ve Vedat Sakman’ın tertemiz sesi.

Her meslekte de öyle değil midir? İşin mutfağını bilen, üreten insanlarla çalışmak hep bir ayrıcalıktır. Bu konser öyle bir his verdi bana... Gerçekten 3 müzisyen  harika sohbet ortamında çaldılar , söylediler , biz de eğlendik.



İlhan Şeşen ve Vedat Sakman’ın hakkını yemek istemiyorum ama konserin yıldızı piyanist Burçin Büke idi. Ülkemizin böyle yetenekleri var ve biz tanımıyoruz. Şahsen ben ilk defa dinledim, ilk defa gördüm.  10 yaşında iken “Harika Çocuk” ünvanını almış bir müzisyen kendisi.  11 yıllık konservatuarı 5.5 yılda bitirebilmiş bir piyanist. Bunlarla kalmamış; uluslararası birçok yarışmada birincilik ödüllerini toplamış ve yurtdışında-yurtiçinde birçok konserler vermeye devam ediyor.

Bu konser boyunca içimden keşke Kürşat Başar da olsa diye geçirmiştim. Aralık ayında İstanbul'daki konsere katılıyor kendisi. Kendi adıma çok üzüldüm. İstanbul'da olup da gidecek olanlara iyi seyirler :)
Devamını Oku »

19 Kasım 2014 Çarşamba

ŞU TÜKETİM ÇILGINLIĞI DEDİKLERİ


Son dönemlerde Youtube’da bazı videolarla kaşılaştım ve karşıma çok farklı bir dünya çıktı. Makyaj çılgınlığı... Makyaj ve moda ile uzaktan yakından alakası olmayan biri olarak beni şaşkınlığa uğratacak sayıda makyaj videosu çeken insanlarla karşılaştım. İlk başlarda hoşuma gitti. Çünkü düşündüm;ben hiç bir şey bilmiyormuşum, faydası olabilir. Sonra baktım ki bu işin bir ucu yok. Bugün ne giydim, çantamda ne var, hangi ürünleri aldım, bugün ne sürdüm... Gerçekten bir sınırı yok. Harcanan paranın da kesinlikle sınırı yok. İşte tam olarak bu noktada tüketim çılgınlığı dediğimiz olay başlıyor. İnsanlar videolarda gösterilen ürünleri, kıyafetleri, aksesuarları çılgınlar gibi almak için koşturuyor. Bu işle uğraşan insanları eleştirmek değil aslında amacım. Bir yerde eğitici olabiliyor ama bence tüketen insanların bir sınır koyması gerekli.

Misal kitaba para vermek yerine aynı parayı elindeki rujun bir ton açık rengine  ya da ihtiyacı olmadığı ama moda olan çantaya vermeyi tercih eden çok insan var. Aynı şekilde insanlar haftasonları ailecek gezmek için ilk gittikleri yerler özellikle kış aylarında alışveriş merkezleri. Aslında orada yiyecekleri yemek yerine aynı parayı ailecek bir tiyatroya da verebilirler ama biz hızlı tüketmeyi seviyoruz ve hızlı tüketilebilecek işler yapmaya bayılıyoruz. Belki farkında olarak belki de farkında olmadan.....

Bence çoğunluğun eğilimi haftasonları tiyatro değil de alışveriş merkezleri olduğu için bugün tarihi tiyatrolar satılıp yerine alışveriş merkezleri yapılıyor. Siyasilere, iktidarlara, belediyelere kızıyoruz ama bence sorun onlarda değil.İnsanlar tiyatroya gitmiyor ki alışveriş merkezine gidiyor. Onlar daha çok yapıyor insanlar daha çok alışveriş merkezine gidiyor. Bu sebeple sosyal hayatımız üretim değil de tüketim üzerine kurulu. 

Araştırmalara göre “Kültüre harcanan hane bütçesi yüzde 3,alkol ve sigara yüzde 4” olan bir ülkede alşveriş merkezinin tiyatro salonlarından kat be kat fazla olması çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Ankara'da yaşıyorsanız biliyorsunuzdur ki adım başı alışveriş merkezi vardır. Kimi bomboş,kimi tıklım tıklım ama hala bu şehrin alışveriş merkezine ihtiyacı bitmek bilmiyor...

Bir de etkinlik haberi vermek istiyorum. Ankara'da 19. Uluslararası Tiyatro Festivali başlıyor. Belki göz atmak istersiniz...

http://www.mybilet.com/chart/19-uluslararasi-ankara-tiyatro-festivali/


Devamını Oku »

16 Kasım 2014 Pazar

ESİR ŞEHRİN İNSANLARI

Kemal Tahir Esir Şehrin İnsanları’nda birinci dünya savaşı sonrası işgal altındaki Osmanlı’nın İstanbul‘da yaşayan aydın kesimini ele almakta. Bu kitap Esir Şehir üçlemesinin ilk kitabı...

İstanbul’da bir kesim şu soruyu sorarken;“Bir avuç eşkiya”, “Ordudan kovulmuş birkaç serseri”, muzaffer bir dünyaya karşı zafer kazanabilir mi? Bir kesim de esir bir memleketin esir insanları olmayı kabullenemeyip, Anadolu’da savaşanlara uzaktan da olsa yardım etmenin yollarını aramakta...

İstanbul’daki hayatı  kitapta bir yerlerde şöyle tanımlamış Kemal Tahir:”Muharebede düşman karşıdadır.Üniformalıdır.Az da olsa , çok da olsa bir zaman sonra önemi kalmaz. Kaçarsın, kovalarsın... Anında ölenler,yaralananlar olur. Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim, düşman kim bilinmez.”

Hikaye zengin bir paşa oğlu olan, yurt dışında okumuş, gezmiş, bir kaç dil bilen Kamil Bey’in etrafında geçmekte. Kamil Bey Balkan Harbi sırasında karısı ve çocuğuyla yurt dışındadır. Ülkesine döndükten sonra kendi yaşamını ve ülkenin durumunu sorgulamaya başlar. Bir vatan kaybetmekte olduklarını farkeder. Yıllarca bolluk,zenginlik içinde yaşarken bu ülkeye karşı sorumluluğunu yerine getirmediğini anlar. Bu toprağın üzerindeki insanlarla hiçbir ilgisi yokmuş gibi nasıl lüks içinde yaşadıklarını hatırlayarak utanır. Mücadeleye bir gazetede çalışarak destek vermeye başlar ama bunu da karısına anlatmakta güçlük çeker. Çünkü karısı yıllarca hayatını kendisiyle beraber Avrupa’da kıyafeti ve aksesuarı ile ilgilenerek geçirmiştir. Kendi kendi ile yaptığı şöyle bir konuşmayı aktarmak istiyorum:

Sonraları Ayşe’nin yüzüne nasıl bakardım. Bütün Ayşe’lerin yüzüne? ‘Babacığım, Kurtuluş Harbi sırasında siz nerede bulunuyordunuz?’ diye sorsa... Çok şükür... Hay Allah müstahakını versin! İsabet ki tehlikedeydim azizim... İnsanlık, vatandaşlık ve babalık şerefimin lekelendiğini hiç farketmeyebilirdim. Bundan hatta şüphelenmezdim bile...”

Açıkçası ilk defa Kemal Tahir okudum ve çok etkilendim. O dönemi her kesimiyle o kadar güzel vermiş ki. Kamil Bey’in mücadelesini anlatırken kadınların ülkedeki konumu ve onların bu mücadeleye desteğini de çok ince bir şekilde işlemiş.

 İstanbul’da kara bayraklar yapıp Sultanahmet’te toplanarak,erkeklere “Eğer vatanı kurtarmayacaksanız, örtülerimizi siz örtünün.” diye bağıran; eşlerini,kardeşlerini vatan kurtarmaya gönderen kadınlardan bahsediyor Kemal Tahir. Kitabın bu bölümünde gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Bir kadından da öte bir anne dönmeme ihtimalini bile bile kocasını bu vatan için, hürriyet için yüreklendirmesi  ne büyük bir cesarettir, ne büyük vatan sevgisidir.

Serinin ikinci kitabı Esir Şehrin Mahpusu, üçüncüsü ise Yol Ayrımı... Kemal Tahir’i bu kadar sevmişken bunları da okumadan olmaz.



Devamını Oku »

5 Kasım 2014 Çarşamba

SARAYINIZ HAYIRLI OLSUN


     Maliye Bakanımız Cumhurbaşkanlığı makamının toplam maliyetini açıklamış."1 Milyar 370 Milyon Türk Lirası". Bir de kendisine uçak aldık o da “185 Milyon Dolar” .

     Ülkemizin cumhurbaşkanı bu kadar lüks içindeyse bizim yaşam koşullarımız üst düzeyde olsa gerek diye düşünüyorum ama TÜİK'in farklı tespitleri var. Kurumun verilerinin tarafsız olmadığını düşünsem de çıkardığı tablo bile içler acısı.TÜİK in Gelir Dağılımı ve Yaşam Koşulları İstatistikleri* başlığı altında topladığı birtakım veriler mevcut. Bunlardan benim en çok ilgimi çeken Yaşam Koşulları İstatistikleri.

      Yaşam Koşulları İstatistikleri nedir?

    Seçilmiş 7 adet yaşam koşuluna göre nüfus dağılımını gösteren bir tablodur. Seçilen yaşam koşullarına gelirsek:
  • Konut masrafları
  • Borç ve taksit ödemeleri (Konut alımı ve konut masrafları dışında)
  • Evden uzakta bir haftalık tatil yapabilme
  • İki günde bir et, tavuk ya da balık yiyebilme
  • Beklenmedik harcamaları karşılayabilme
  • Evin ısınma ihtiyacını karşılayabilme
  • Yıpranmış veya eskimiş mobilyaları yenilenebilme
  • Yeni giysiler alabilme

   Bu tabloya göre 2013 yılında nüfusun yaklaşık %84'ü konut masraflarının yük getirdiğini beyan etmiş. Yaklaşık %78'i evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayamıyor. Ülkemin %46.1’i neredeyse yarısı iki günde bir et,tavuk ya da balık içeren yemek masrafını karşılayamıyor. %30'u ısınma !!! ihtiyacını karşılayamıyor. Bu istatistikler Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi yayınladığı resmi istatistikler.Benim şahsi görüşüm bu değerlerin daha kötü olduğudur.Ancak hadi bunları kabul edelim, böyle olduğunu varsayalım.Bu verilerin içerisinde eğitim ya da sağlık masrafları yok. Bunların günümüz şartlarında ne kadar büyük masraflar olduğu da malumunuz.
  
   Şimdi demezler mi komşun aç yatarken seni uyku nasıl tutacak sayın Cumhurbaşkan’ım. Gerçekten gerek var mıydı bu kadar para harcanmasına? Bu kadar gösterişe... Her fırsatta Müslümanlık’tan dem vuruyorsunuz. En önemli nasihatlardan biri değil midir ki “ İsraftan kaçınınız.” Bu kadar gereksiz gösteriş yerine sanayiye, bilime, teknolojiye, üretime aktarılsaydı bu ülke kat be kat kazanmaz mıydı?

 Halk ısınmak gibi, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakta bu kadar zorlanıyorken siz 1000 odalı sarayda oturmayı nasıl düşünüyorsunuz.
  
   Bir diğer önemli konu bu sarayın ismi..... Kime sordunuz? Her fırsatta referandum yapan partiniz bunu neden düşünmedi. Bu ilelebet Ak Parti malı olarak mı kalacak adı 'Ak Saray' oldu?

   
  Atatürk’ün ve halkın el ele bataklıktan çiftliğe çevirdiği topraklardaki ağaçların katledilip yerine saray dikilmesine hiç girmek istemiyorum ancak bana göre yukarıda yazdıklarımdan kat be kat önemlidir.

*Bahsettiğim istatistiklere ve daha fazlasına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz. 
      http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1011

 TÜİK:Türkiye İstatistik Kurumu
Devamını Oku »

2 Kasım 2014 Pazar

EVGENY GRINKO

Önce bunu dinleyin......


Sonra bunu......

Sonrasında bu da iyi gidebilir.....




Yalnız uyarayım neden bu yetenekler bizde yok diye üzülebilirsiniz.

Bence cevabı da kendi kendinize vereceksiniz. O yüzden boş verin gözlerinizi kapatın sadece dinleyin ve hayal kurun.

Bazen huzurla kapatıyorum gözlerimi bazen bulutlar üzerinde yüzümde rüzgarı hissederek uçuyorum.

Bazen başka bir dünyada açıyorum gözlerimi. Açlık yok, susuzluk yok, fakirlik yok,yolsuzluk yok, kavga yok ve en önemlisi haksızlık yok....

Müzik ruhun gıdasıymış ya bence o müzik işte tam olarak bu müzik.

Waltz klibindeki sigara bile rahatsız etmedi.Özgürlük geçti içimden. (İnsanlara özgürlüğü yasaklarla anlatmak zorunda olmayacağımız bir dünyada yaşıyor olsak.)

Evgenny Grinko çok genç rus bir müzisyen. Rus yazar tamlamasına çok alışkınım da Rus müzisyen ilk defa yazdım. :) Ve sanırım dinlediğim ilk Rus müzisyen olabilir.

Kendisinin verdiği kısa bir röportaj burada .
Devamını Oku »

25 Ekim 2014 Cumartesi

BOLU ORMANLARI TURU

  Bu yazımda 2 günlük Bolu Ormanları Turu’dan bahsetmek istiyorum. Bolu deyince aklıma tüneller yapılmadan önceki İstanbul yolculuğu gelirdi. Otobüs Bolu dağlarını tırmanırken etraftaki yeşilliği izleyerek  geçerdi yolculuk. Tabi eğer kışın yolculuk yapmıyorsanız. Kış yolculuklarında ise o Bolu nasıl geçilecek derdik. Bu tur bana Bolu’nun dağlarının arasında  gizlenmiş güzellikleri keşfetme imkanı verdi.  

   Sabah erken saatlerde Ankara’dan hareket ettikten sonra kahvaltı için Gerede Greenpark Otel’de durduk. Kahvaltıyı muhteşem bir göl ve orman manzarası eşliğinde yaptık. Buradaki gölün adını bir türlü öğrenemedim. Bilen varsa yorum olarak yazabilirse memnun olurum.Aslında göl değil küçük yapay bir gölet. Ancak ormanla öyle güzel bir bütünlük oluşturmuş ki beğenmemek imkansız.



Kahvaltı Manzarası


GÖLCÜK MİLLİ PARKI
   
     Buradan sonraki durak Gölcük. Gölcük Bolu merkeze yakın etrafı göknar ve sarıçam ağaçlarıyla çevrili yapay bir gölet. Rehberimiz yapay göl olduğunu söylemeseydi bu yazıyı büyük ihtimalle doğa harikası diye yazardım.Tur rehberimizin söylediğine göre 1985'lerde su toplama alanı olarak yapılmış. Bir de fotoğraflarda görünen o şirin ev  Orman Bakanlığı’na ait misafirhane. Biz sağanak yağmura rağmen göl etrafını tam tur yürüdük. Dizlerimize kadar ıslandık ama değdi. Bol oksijen, yemyeşil bir manzara.... İnsanın içi açılıyor derler ya işte tam öyle bir duygu yaşadığımız.

    Ve Gölcük'ten bir kaç kare....







ABANT GÖLÜ


  Buradan sonraki rota Abant. Göl zengin bitki örtüsü ve doğal hayatın korunması amacıyla tabiat parkı  olarak koruma altına alınmış. Gölcük’te aşırı ıslanmış ve üşümüş olduğumuz için otobüsten inip dolaşmaya halimiz yoktu. Onun yerine otobüsle tur attık ama etrafında yürümek ya da bisikletle gezmek buradaki doğayı incelemek adına çok daha iyi olurdu. İnşallah bir dahaki sefere diyorum. Bence sıcak havalarda özellikle ilk baharda Abant’a gelmek daha iyi bir fikir. Eklemek istediğim bir nokta; gölün etrafındaki  yol çok bozuktu. Yine rehberin verdiği bilgiye dayanarak,her sene yapılan ama her mevsimde bozulan bir yol olduğunu öğrendik. Umarım yetkililer bir çözüm bulabilir. 

Abant Gölü

YEDİ GÖLLER MİLLİ PARKI

    İkinci gün gezimize Yedigöller ile  başladık. Yedigöllere yolculuk Bolu’dan  otobüsle 1 saatten fazla sürdü. Dağlar arasında önce tırmanıyorsunuz sonra da inişe geçiyorsunuz. Yol biraz uzun ama gördüğünüz manzara gerçekten harika. Özellikle Sonbahar nedeniyle dağlardaki  renk cümbüşü herkesi hayran bıraktırdı. Sarı, kırmızı ve yeşilin her tonunu görebilirsiniz.

   Yedigöller yolu üzerinde Kapankaya Seyir Terası’na çıkan merdivenleri görürseniz muhakkak durun ve üşenmeyip o yolu tırmanın. Yukarı çıktıkça aldığınız nefes bile çok değişecek. Gördüğünüz manzaraya değeceğinden emin olabilirsiniz. Fotoğrafta çok belli değil ama yedigöller’e tepeden bakıyorsunuz.

Kapankaya Seyir Terası'ndan Manzara
  
Gelelim Yedigöller’e.. Adından da anlaşıldığı gibi birbirine çok yakın 7 adet gölün bulunduğu milli parklarımızdan biri.  Sırasıyla sazlı göl,ince göl,nazlı göl, kuru göl,büyük göl,derin göl ve serin göl. Buraları yazıyla anlatmak için uğraşmıcam fotoğraflar her şeyi anlatıyor. Fotoğrafçılar için, kamp yapmayı ve doğayı sevenler için tam yeri.

Sazlı Göl

İnce Göl
Nazlı Göl
Büyük Göl

Derin Göl


Devamını Oku »

15 Ekim 2014 Çarşamba

Bir Köyü Olmalı İnsanın

    Benim çocukluğum döneminde köy çoktan bırakılmış artık şehirde yaşam başlamıştı. O sebeple çocukluğumu geçirdiğim bir köyüm olmadı. Genellikle büyüklerimin anılarını dinleyerek gözümde canlandırmaya çalışmışımdır. Eşimle tanıştıktan sonra da hep onun anılarını dinledim. Kendisi Trabzon Vakfıkebirli’dir. Anlata anlata bitiremediği o güzel köyü görmek, o havayı solumak son iki bayramdır şükürler olsun ki nasip oldu. Köyde geçirdiğim ilk geceden sonra düşündüm ki az bile anlatmış.

     Kaldığımız ev bu aşağıda fotoğraftaki ev. Anlatılan hikayelere göre bu ev 100 yıldan fazla zamandır ayakta. Eşimin dedesinin kardeşleri ile beraber yaşadığı, rahmetli kayın pederimin ve kardeşlerinin doğup büyüdüğü ev. Sabah uyandığımda yüzümü (bilmiyorum görebiliyor musunuz ama kapının yanında çeşme var.) yıkamak için dışarı çıktım. Sabahın erken saatinde o gördüğüm manzarayı, soluduğum havayı ve o suyun yüzümde bıraktığı serinliği hiç bir zaman unutamam. Bütün stresi, sıkıntıyı atabildiğim; tekrar enerji dolabildiğim tek yer oldu.


   Köyün huzur dolu başka  bir köşesi aşağıda fotoğrafta gördüğünüz serender Ben serenderi sadece karadenizde gördüm ve duydum. Başka yerde böyle yapılar var mı bilmiyorum. Üzerinde bulunduğum yer dört direk üzerinde,tek oda ve bu şekilde balkonu olan tamamen ahşap bir yapı. Aşağısı odunluk olarak kullanılıyor. Evin fotoğrafını burdan çektim.  Bıraksalar tüm gün orada ormana karşı kitap okuyabilirim.



   Başlıkta da dediğim gibi bence  her insanın bir köyü olmalı. Eğer şu an böyle imkanlarınız varsa oraları koruyun. Satmayın . Ne bileyim gitmiyorsanız da dursun. Size ait olmaya devam etsin. Bir gün oraları özlediğinizde artık çok geç olabilir.Şehirlerimiz bu kadar betonlaşırken zamanı geldiğinde kaçacağımız yerler oralar olacak.Artık medeniyet deyince insanların aklına yol,köprü, büyük havuzlu lüks siteler, avm ler geliyor ancak bence asıl medeniyet buraları korumasını bilmektir. Aşağıda ekleyeceğim resimlerden birinde dikkatli bakarsanız manzaraya karsı 2-3 bina görürsünüz. TOKİ manzaranın ortasına o doğal ortama bina dikmiş. Görünce içim cız etti ama yapacak bir şey yok. Anlatamıyoruz buraların kıymetini.
   Son olarak eklemek isterim  köyü köy yapan doğası kadar içindekilerdir de elbette. Güler yüzlü, kalabalık aileye sahip olmanın gerçek zenginlik olduğuna inananlardanım.Kendi adıma böyle bir ailede büyüdüğüm için şanslı olduğumu düşünürdüm. Şimdi böyle başka bir aileye gelin gittiğim için daha bir şanslı hissediyorum kendimi. Bizi ağırlayan herkese teşekkürü bir borç bilirim. Ben oralara bayıldım. Daha bir çok tatilde görüşmek dileğiyle......

   





Devamını Oku »

13 Ekim 2014 Pazartesi

Biraz Müzik Molası



   Ülkedeki kargaşa, kavga, kaos sanki tüm hayatımızı kilitledi.Son 2 yıldır farkettim ki sadece gündem ve siyaset takip ediyorum. İster istemez bu gerginlik günlük yaşamımızı esir aldı. Bu kadar takip ediyoruz, konuşuyoruz bari bir şeyleri değiştirmiş olsak ama maalesef hiç bir etkimiz de yok.

   Dün gazetede aşağıda linki verdiğim habere denk geldim. Çok zamandır bihaberim bu etkinliklerden. Kasım ayında müziğe büyük katkısı olan isimler Türkiye'de. Bu boğucu havadan benim gibi bıkanlar varsa bi göz atmalı derim. Her ne kadar Ankara için seçenek az olsa da İstanbul'da yaşayanlar daha şanslı bu konuda..

 Özellikle Andre Rieu bilet fiyatları hayli yüksek olsa da izlenmeye değerdi.



Konser detayları için aşağıdaki linke tıklanabilir.

http://www.radikal.com.tr/radikalist/kasim_ayinda_turkiyede_sahne_alacak_13_yabanci_sanatci-1218214

Devamını Oku »

13 Ağustos 2014 Çarşamba

İzlerken utandım “BENİM KUAFÖRÜM”



 “Yemekteyiz” formatında yeni bir yarışma “ benim kuaförüm”. Bu kadar hoşgörüsüz, kavgacı, hakaretlere varan konuşmalar özellikle mi yaptırılıyor ya da gerçekten bu insanlar böyle mi? Ülkemizin insan profili bu yarışmalara çıkan insanlar mı yani? Programın izleyiciye katabileceği hiç bir şey yok. Hani belki saç bakımı, boyaması , tasarımı  gibi konular hakkında bilgi ediniriz diye düşündüm o da yok. İnsan daha nasıl çirkef olabilir, nasıl meslektaşını  yerden yere vurabilir ya da kazanmak için her yol mübah anlayışını çok rahat öğrenebilirsiniz.  Artık bu tarz programlarla bilinçaltımıza o kadar çok işlendi ki bu hoşgörüsüz, kavgacı tavırlar. Sokaktaki esnaftan bizi yöneten siyasetçimize kadar böyle insanlarla doldu ortalık. Ve artık maalesef çoğumuza normal geliyor. En başında izleyecek olan izleyiciye saygı yok.  Türkiye ‘ye kavga izlettirerek elinize ne geçiyor olabilir gerçekten merak ediyorum. Bu halk bunu mu hak ediyor yani. Hani bir kısmınız diyebilir izlemek zorunda değilsin ama istediğiniz kadar kanal çevirin göreceğiniz şey başka kavgalar, başka tartışmalar. En güzeli kapat düğmesine dokunmak. O gerginlikleri gördükten sonra müthiş bir sessizlik oluyor. Tavsiye ederim J
Bir diğer önemli konu ise düzgün Türkçe konuşabilen hadi onu da geçtim iki cümle kurabilen hiç kuaför yok mu Türkiye’de?  İstanbul’da yaşayıp da Türkçe'den bihaber insanları yarışmacı diye toplamışsınız sonra ekrana getirip izlettiriyorsunuz.  Kuaför dediğin insan sabahtan akşama kadar insanlarla muhatap. Konuşa konuşa en azından bu konuda kendini geliştirebilmiş olması gerekir. Yarışma anladığım kadarıyla İstanbul'daki kuaför salonlarında. Biz küçükken İstanbul Türkçesi dedikleri bir şey vardı. Bence artık tarih olmuş zira bu konuşulan Türkçe olamaz. Önceden en güzel konuşan insanlar sunucu olurdu. Şimdi “bizimle değğıllsın” lar sunucu olmuşken böyle bir programın yarışmacısından da çok bir şey beklememek lazım aslında.

Bu konuda asıl görev bizlere düşüyor. Çünkü kumanda bizde.Gerektiğinde televizyonu kapatmayı bilmeliyiz ki artık kaliteli yayınlar yapılabilsin ya da en azından birileri kaliteli yayın yapmak zorunda olduklarını anlasınlar.



Devamını Oku »

17 Temmuz 2014 Perşembe

Bol İsraflı Iftar Menüleri

Herkesin bildiği üzere Ramazan gelince restaurantlar çarşaf çarşaf iftar menüsü yazar ve bayağı şişirilmiş ücretlere biz akıllılara yedirirler.

Çorba- iftariyelik-ara sıcak-ana yemek-tatlı...... Ben bu menünün ara sıcak esnasında doymuş oluyorum ve bi kaç seferdir ana yemeği paketlemelerini rica ediyorum. Bu menüleri bitirebilen, her lokmayı 17 saatlik bir açlıktan sonra mideye atabilen var mı bilmiyorum. Restaurantların bu geleneği artık bozması şart.

Din konusunda konuşacak kadar bilgi sahibi değilim ya da bu konuda ahkam kesecek kadar görmüyorum kendimi ama yemek sonunda masaları görünce hissettiğim şey tamamen şudur :'Bu olay Ramazan'ın ruhuna çok ters'. Masalarda herşey didiklenmiş ve bitmemiş oluyor. Toplanan herşey çöpe gidiyor. O kadar yemeğe de yazık emeğe de.

16 yaşında olan kardeşimin Ramazan ile ilgili şöyle de bir tespiti var. Yazmadan geçemicem. Çocuk küçüklüğünden beri oruç tutmanın nedenini aç insanların halini anlamak olarak bildiği için iftarda yenenlere bakınca 'insan iftarda bu kadar şeyi yerse nası anlasın  açın halini' dedi.

Bence bu olay artık değişmeli. Herkes yiyebileceği kadar yesin ve yediği kadar ödesin. Bundan sonrası için kararım artık iftar için menü yapmayan yerlerde yemek ya da evden çıkmamak.


Devamını Oku »

14 Temmuz 2014 Pazartesi

LEAN IN,Kadınlar, İş ve Liderlik İsteği


Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri diyebilirim. Kişisel gelişim kitaplarından yeterince soğuduğumu düşünüyordum ancak bu kitabı bu kategoride değerlendirmek istemiyorum.

Sherly Sandberg Facebook'da COO olarak çalışıyor.Ayrıca 2 çocuk annesi evli bir kadın. Kadınların neden liderlik pozisyonlarında erkeklerden daha az göründüğü konusuna dikkat çekmek istemiş ve bana göre çok objektif tespitleri var.

Kadınların iş hayatında çekimser davranmaları, masaya oturmamaları , genelde arka planda durmayı tercih etmeleri gibi birçok konuya değinmiş. Ancak beni en çok etkileyen biz kadınların iyi bir anne ve eş mi yoksa iyi bir iş kadını mı olmak arasında taa çocukluktan gelen bir ikilemin içinde boğuşuyor olduğumuzu farketmek oldu. Bizler bu iki görevin asla aynı anda yapılamayacağına inandırıldık. İyi bir anne ve eş olmak istiyorsak iş hayatında yüksek sorumluluk gerektiren pozisyonlara göz dikmeyeceğiz yapamayız çünkü. Başarılı bir iş kadını olacaksak da evlenmemek gerek ya da evlensen bile çocuk olmamalı. Evlilik ve cocuğa ragmen de iş hayatında önemli pozisyonlarda olursak muhakkak kötü bir anneyizdir. Kitapta artık bu durumun değiştiğini gösteren çok sayıda örnek var. Dünya üzerinde bunu başaran başarabilen kadınlar var. Elbette kolay bir iş değil ancak eğer bir kadın hem anne olup hem de iş hayatında kalmak istiyorsa bunu anlayışla karşılayabilmeli ve onu destekleyebilmeliyiz. Aynı şekilde bir kadın kariyer hayatını bırakıp ömrünü çocuklarını yetiştirmeye adamak da isteyebilir. Buna da toplumun her kesimi anlayışlı olmak zorundadır.

Kadınların hem iş hayatında başarılı olabilmeleri hem de aile kurabilmeleri için ülke yasalarının onları destekliyor olmaları şartını da göz önünde bulundurmak gerekli. Özel şirketlerde 'ne kadar büyük ve kurumsal olursa olsun' işe alımlarda kadın ve erkek ayrımı kadar evli ve bekar kadın ya da cocuk var mı yok mu kriterlerinin hala sorgulandığını biliyoruz.. Çocuklu ve evli kadınların da istedikleri takdirde her şartta başarılı olabileceğine ve gerekli özveride çalışabileceklerine inanmak zorundayız. Ümit ediyorum artık bu konular için kitap yazmaya ihtiyaç duyulmayacağı, insanların bu konuda gerekli duyarlılığı göstermiş olduğu ve gerçek eşitliğin yaşandığı günler görebiliriz.



Hilal Güleç Bekar
Devamını Oku »

27 Haziran 2014 Cuma

İlk satırlar

İlk......

Uzun zamandır blog takip ediyorum. İlgimi çeken, hoşuma giden blogları gördükçe neden ben yapmıyorum dedim. Blog'u açalı bayağı zaman geçti ancak ilk yazıyı düşünmeye başladım. Bir şeyler planladım ama bir türlü toparlayıp da yazamadım. Şu an Cuma günü işin son saatlerinde dedim ki ne olursa olsun bir başlangıç yapmalıyım yoksa başlayamıcam.


Bunlar ilk satırlarım....Kendime verdiğim bir söz bu bügün.. Artık başlıyorum... :)
Devamını Oku »